|
1. ULUSLARARASI TAHRİBATSIZ MUAYENE SEMPOZYUMU PANEL KONUŞMALARI (29. Eylül 1999)
Panelde, ülkemizde tahribatsız muayene eğitimi ve sertifikalandırma konusu ele alınmıştır. Murat Gümrükçüoğlu tarafından yönetilen panele ODTÜ Kaynak Teknolojisi ve Tahribatsız Muayene Merkezi’ni temsilen Prof. Dr. A. Bülent Doyum, TÜBİTAK-MAM’ı temsilen Prof. Dr. A. Nezihi Bilge, Metalurji Mühendisleri Odası Tahribatsız Muayene, Personel Sertifikalandırma Merkizi’ni temsilen Serdar Akyüz katılmışlar; İTÜ-NEE’den Prof. Dr. Beril Tuğrul ve TAEK-ÇNAEM’den Dr.Şinasi Ekinci mazeretleri nedeniyle katılamamışlardır.
Prof.Dr. A. Nezihi BİLGE (TÜBİTAK-MAM) : Ben, kısaca “Şu anda TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezinde ne yapılıyor?” konusuna değinmek istiyorum. Tabii TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezinde tahribatsız muayene 1999 yılında başlamış değil; otuz yıllık bir birikimi var. Tahribatsız muayenede çok çeşitli hizmetler verilmiş, büyük bir altyapı oluşmuş ve 1998’in sonuna doğru Marmara Araştırma Merkezi’ne geçmemden sonra, özellikle böyle bir birikimi olan yerde; EN 473’e göre, özellikle ve şu anda 5 standart üzerinde temel eğitim verme olanakları araştırılmış ve bunlardan temel eğitim konularında, başta ultrasonik ve radyografi olmak üzere temel eğitim kursları verilmeye başlanmıştır. Tabii, “bu verilmeye başlanılmıştır” derken, burada her zaman için koordinasyona inandığım, -zaten birkaç kişiden oluşan belli bir topluluğuz- dış destek alınarak eksikler giderilmiştir. Tabii diğer temel eğitim veren merkezlerden dış destek alınarak yapılan programlar da, program icabı da artık kendi nüvemizde oluştuğumuz, kendi çekirdeğimizde oluştuğumuz söz konusudur.
Danimarka Force Enstitüsü ile anlaşma yapılmış ve tahribatsız muayene konularında ortak eğitim ve Force Enstitüsünün sınav ve sertifikasyonu gerçekleştirilmesi üzerinde bir protokol imzalanmıştır. Birinci aşamada Force Enstitüsünün danışmanlığında grubumuz EN 473’e göre eğitim verebilmek ve EN 45 001’e göre aynı zamanda ISO 17 025- akredite edilmesi için (şu anda henüz taslak halinde) Force Enstitü danışmanlığında akredite olaylarına başlamıştır.
Bu arada daha önce TSE ve akredite için başvurulmuş; fakat, bu Akreditasyon Kanunu henüz gerçekleşmediği için ve TSE’de her ne kadar Tahribatsız Muayene Özel Belgelenme Komisyonu varsa da, tam bu olayı da oluşturma durumunda olmadığından, o şu anda bir noktada askıda durmaktadır. Dolayısıyla Force Enstitüsünün danışmanlığında Danimarka Dantest Sertifikasyon kuruluşu tarafından EN 45 001’e, 45 013’e ve ISO 17 025’e göre -bu son taslak da önümüzdeki aylarda çıkma durumunda- akreditasyon hedeflenmiştir. Bu akreditasyon için de 2000’li yılların ilk yarısında bunun tamamlanacağı ümit edilmektedir.
Diğer taraftan tahribatsız muayenede özellikle ultrasonik ve radyografi konularında temel EN 473’e göre, “Seviye 1”, “Seviye 2” eğitimleri verilmekte ve ekibimizden üç elemanımız da Force Enstitü’de ultrasonikte Level; yani, Seviye 3’ü tamamlayarak dönmüş durumdalar. Aynı zamanda Force Enstitü ile yaptığımız anlaşma gereği, önümüzdeki kasım ayı sonlarına doğru radyografi “Seviye 3” kursu açılacak ve bu radyografi “Seviye 3” kursu da Force Enstitüsü uzmanlarınca TÜBİTAK MAM’da verilecektir. Buradan da hem kendi elemanlarımızı yetiştirmek, hem de şu anda toplumda, özellikle bizim gruplarımızda açık ihtiyaç bulunan “Seviye 3” elemanları konusunda da bir yetiştirme sağlanmış olacaktır.
Burada tabii ki biraz sonraki tartışmalarda bunu dile getireceğiz; ancak, benim meslektaşım, adaşım sevgili Alpay Ankara ile bizim tanışmamız TSE’nin kurduğu Milli Koordinasyon Kuruluşudur. Milattan önce değil; ama, yanlış hatırlamıyorsam 1987’lerdi. O zamanki modeli, Sayın Alpay Ankara’nın başlattığı modeli, Almanlarla yaptığı olayın bir başka türlüsünü, belki de benzerini, biz şu anda Force Enstitü ile yapmaktayız. Tabii, bunu yaparak kendi grubumuzu tamamıyla bu konuda yetiştirdikten sonra da, akredite olduktan sonra da, karşılıklı taramayla da eğitim verme ve sınav açma durumuna geleceğiz. Teşekkür ederim.
BAŞKAN- (Murat GÜMRÜKÇÜOĞLU) Çok teşekkür ederim. İkinci olarak Sayın Bülent Doyum’a söz veriyorum.
Prof.Dr. A. Bülent DOYUM (ODTÜ) : Bugün ODTÜ Kaynak Teknolojisi ve Tahribatsız Muayene Merkeziyle ilgili çeşitli katılımcılar birçok bilgiyi, değişik vesilelerle sundular. Ben, o bilgileri çok fazla tekrar etmek istemiyorum; ama, kısaca bir özet yapmak istiyorum.
Merkezimiz, Türk Alman Teknik İşbirliği Projesi kapsamında, 1988 yılında kuruldu. Bu, o dönemlerde üniversitede gerek kaynak teknolojisi, özellikle de tahribatsız muayene alanında öğretim üyeleri açısından, belki bu konulara yakınlık akademik düzeydeydi; ama, bugün burada bir ayrım söz konusu; yani, akademik yakınlıkla, uzmanlık birbirinden ayrılıyorlar. O dönemlerde uzman düzeyinde yeterli öğretim elemanı, üniversitemizde mevcut değildi. Dolayısıyla merkez kurulduktan ve proje kapsamında cihazlar yurtdışından gelmeye başladıktan sonra, Alman uzmanların başlattıkları ve onların eğitmen olarak görev aldıkları kurslarda, ben de dahil olmak üzere birçok arkadaşım, gerek ODTÜ’den gerek ODTÜ dışından eğitildik. Zaman içerisinde bu eğitimin değişik metotlarda ve değişik seviyelerde olduğunu hepiniz biliyorsunuz.
Bu belli bir düzeye, bu eğitimdeki arkadaşlar geldikten sonra -Türkiye’deki arkadaşlar, gerek ODTÜ’den gerek ODTÜ dışından- bu eğitimlerde Türk elemanların katkısı artmaya başladı. Yine bu proje kapsamında gerek ODTÜ’den gerek ODTÜ dışından arkadaşlarımız yurtdışına giderek, Almanya’ya giderek “Seviye 3” eğitimi aldılar. Bu eğitim sonrası Türkiye’ye döndüklerinde, bu kurslar daha yoğun bir şekilde verilmeye başladı. Artık sevinçle söyleyebiliriz ki, birkaç yıldan beri tümüyle bu kurslar Türk eğitmenler tarafından verilmektedir.
Ben, verdiğimiz kurslarla ilgili çok kısa istatistiki bilgiler sunmak istiyorum. Bugüne kadar 17 adet “Birinci seviye” ultrasonik kursu, 16 adet “Birinci seviye” radyografi kursu vermişiz. 15 adet penetrant ve manyetik parçacık kursu düzenlemişiz, bir adet de girdap akımları kursu düzenlemişiz. Dolayısıyla benim bilgilerime göre birinci seviye olarak, toplam 64 adet kurs düzenlenmiş gözüküyor.
Tabii, ikinci seviyenin kurs sayıları nispeten az; 5 adet “İkinci seviye” ultrasonik kursu, 6 adet radyografi kursu, 4’e adet de penetrant ve manyetik kursu düzenlenmiştir. Dolayısıyla bugüne kadar 19 adet “İkinci seviye” kurs düzenlemiş bulunuyoruz.
1992 yılında da “Seviye 3” eğitimine hazırlık kursu olan temel kurs bir kere düzenlendi; fakat, daha sonra “Seviye 3” için çok fazla başvuru olmadığı için ve bu eğitimin gerek ekipman, gerek öğretim elemanı bakımından oldukça masrafı olduğu için bu kursları düzenlemek mümkün olmadı. Pratik kursları hariç tutmak kaydıyla toplam olarak 84 adet kursta -dolayısıyla bugün işittiğiniz rakamlarla, verdiğim rakamlar değişebilir- sınavlara katılan -kurslardan bahsetmiyorum- 1 265 katılımcı olmuş. Bu katılımcılardan 881 kişisine “Sınav Başarı Belgesi” verilmiş; dolayısıyla yüzde 70 civarında bir başarıyı sağlamış bulunuyoruz. Tabii eğitimci olarak gönül arzu eder ki, bu başarının artması ve zaman zaman da belirli dönemlerde bu başarı oranımız belli koşullarda tabii ki daha yüksek; ama, katılımcıların eğitim durumuna göre bu kurslardaki özellikle ultrasonik kurslarında başarı zaman zaman arzumuzun ötesinde düşme gösterebiliyor.
Bir de bu kursların ne şekilde verildiğini kısaca size anlatayım: Biliyorsunuz, EN 473 standardı 1993 yılının Temmuz ayında başladı. Ondan önce dediğim gibi, 1988 yılında bu kurslar veriliyordu. O tarihe kadar biz, bu Teknik İşbirliği Projesi kapsamında, yurtdışından Alman Federal Malzeme Araştırma ve Test Enstitüsü ve Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti yetkilileriyle işbirliği yapıyorduk. Yurtiçinde de tabii ki Metalürji Mühendisleri Odası Tahribatsız Muayene Komisyonu’ndaki arkadaşlarımızla birlikte bunu yürütüyorduk. O dönemde verilen kurslar, dolayısıyla Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti’nin A3 rehberine göre yapılıyordu. Daha sonra, 1993 yılında EN 473 standardı gündeme geldikten sonra, biz de bu işbirliğimizin gereği ve devamı olarak, kendi kurslarımızı bu standarda uyarlamaya çalıştık ve halen EN 473 standardına göre bu kursları vermeye devam ediyoruz.
Ben, bu kurslardan bahsettim; ama, “Bu kursları hangi koşullarda veriyoruz?” ve koşullarımızı da biraz size aktarmak istiyorum. Örneğin ultrasonik kurslarımızda 7 adet ultrasonik test cihazımız var. Kalınlık ölçme cihazlarımız var. Bu arada ultrasonik testler için kullanılabilen yüzden fazla problarımız var; değişik kalibrasyon bloklarımız var, kalınlık mastarlarımız var.
Radyografiye gelince, film paketleme malzemelerimiz, otomatik kontrollü banyomuz; 1 tanesi150, 1 tanesi 300, 1 tanesi 420 ke olmak üzere 3 adet X-ışını cihazımız; 2 adet kumandalarıyla birlikte iridyum kaynağımız, 5 adet film inceleme cihazımız; özel, yüksek yoğunluklu filmler için özel inceleme cihazlarımız; muhtelif radyasyon, ikaz, uyarı cihazlarımız; muhtelif gazometrelerimiz ve film markalamaya yönelik ekipmanımız mevcut.
Benzer şekilde penetrant testi için de hassasiyeti belirlemeye yarayan test bloklarımız, parçaların temizliği için kullandığımız ultrasonik cihazlarımız, çeşitli tiplerde ultraviyole lambalar, lüksmetreler, muhtelif penetrant çözücü ve geliştirici takımlarımız mevcut. Manyetik parçacık için de 7 adet, muhtelif tipte mıknatıslama cihazımız, üniversel çift yönlü mıknatıslama tezgâhımız, manyetik alan ölçüm cihazlarımız, muhtelif test bloklarımız, ültraviyole lambalarımız ve aydınlatma kontrol cihazlarımız mevcut.
Girdap akımları laboratuvarımız girdap akımları kurslarına çok fazla talep olmamakla birlikte, oldukça gelişmiş durumda 1 adet üniversel cihazımız, 2 adet çatlak tespit cihazımız; malzeme özelliklerini saptamak için bir tane magna test cihazımız kaplama kalınlığı, iletkenlik ölçümü, ferit faz miktarı ölçülmesine yönelik cihazlarımız; borularda hata ve korozyon tespiti için muhtelif çaplarda bobinlerimiz mevcuttur.
Ayrıca gerek sızdırmazlık, gerekse endoskopik muayene için cihazlarımız var. Bunları sıralamamın sebebi, dediğim gibi daha önce biz kursları Alman Tahribatsız Muayene Cemiyetinin A3 rehberine göre yapıyorduk. Bu rehberdeki yazılan koşullarda belli sayıda katılımcı alabilmemiz için o kursa yönelik belli ekipmanınız olması gerekiyor. O bakımdan laboratuvarlarımızın oldukça iyi donanımlı olduğunu söyleyebilirim.
Çok teşekkür ederim.
BAŞKAN- Teşekkür ederim Sayın Doyum. Ben, sözü Sayın Serdar Akyüz’e bırakmadan önce, burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Genellikle bu hizmeti satın alan sanayiden müşterinin gözünde, eğitim, sınav ve sertifikalandırma olayının ayrım noktaları çok fazla dikkat edilmeyen hususlardır. Oysa, bu alanda gerçekten yeterli bir eğitim, sınav ve nihayet sertifikalandırma olabilmesi için bunların arasındaki ayırımın da iyi bilinmesi lazım. Bunlarla ilgili normların iyi tanınması lazım. Yeterliliklerinin nerede olması gerektiği konusunun bilinmesi lazım.
Serdar Akyüz’e söz verirken, Serdar Akyüz, Metalürji Mühendisleri Odasında Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırmanın başında; yani, eğitimden ayrı bir işlev; mutlaka birbirini tamamlayan işlevler; ama, ayrı bir işlev. İkinci turda zaten tartışacağımız konulardan birisi bu. Bu ayrımı iyice gözetebilmek için Serdar Bey’in de konuşmasında, özellikle bu sertifikalandırma, vasıflandırma konularını ve eğitim, sınav merkezi konularına girmesini özellikle bekleyeceğiz.
Serdar AKYÜZ (MMO- TM Personel Sertifikalandırma Merkezi Müdürü): Bugünkü tabloyu tam olarak görebilmek için çok kısa olarak, bugünlere nereden geldiğimizi özetlemek istiyorum. Tahribatsız muayene alanında çalışan personelin eğitimi, bu eğitimden sonra yeterliliklerinin saptanması ve belgelendirilmesi konusunda bir sistem oluşturmak üzere 1987 yılında Metalürji Mühendisleri Odası’nda başlatılan çalışmalar; önce çeşitli sanayi kuruluşlarında Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti ile işbirliği çerçevesinde düzenlenen kurslarla gerçekleştirilmiş; daha sonra Alman Hükümeti ile Türk Hükümeti arasında 1988 yılında imzalanan işbirliği protokolü çerçevesinde Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde kurulan Kaynak Teknolojisi ve Tahribatsız Muayene Merkezi ile işbirliği halinde bu çalışmalar yürütülmüştür.
Sayın Doyum’un da belirttiği gibi 1993 yılına kadar bu faaliyetler, eğitim ve sertifikalandırma faaliyetleri, Alman Tahribatsız Muayene Cemiyetinin kendi ulusal kuralları çerçevesinde yürütülmüş; 1993 yılında EN 473 yani tahribatsız muayene personelinin vasıflandırılması ve sertifikalandırılması standardının yürürlüğe girmesiyle beraber de kurallar, EN 473 ile uyumlu olacak şekilde değiştirilmiştir. Bunun akabinde de personel sertifikalandırması yapacak kuruluşlarda aranan şartlarla ilgili bir başka standart daha gündeme gelmiştirb “EN 45 013” Bildiğiniz gibi personelin yeterliliğinin değerlendirilmesinin mutlaka bir uzman kuruluş tarafından yapılması gerekiyor. Tabii, bu kuruluşun bu konudaki uzmanlılığının ve yeterliliğinin de bağımsız ve bu konuda yetkilendirilmiş bir başka kuruluş tarafından denetlenmesi, gözden geçirilmesi ve takip edilmesi gerekiyor. Bir başka deyişle, personel sertifikalandırması yapan kuruluşların uluslararası geçerlilikte belgeler verebilmesi için akredite olmaları gerekiyor. Türkiye’de bir Ulusal Akreditasyon Konseyi henüz olmadığından, bunu çeşitli kurumlar, farklı “by-pass” yollarıyla halletmeye çalışıyorlar.
Benzer şekilde biz de yine EN 45 013’te belirtildiği gibi “eğitim ve sertifikalandırmanın, vasıflandırmanın birbirinden ayrı olması gerektiği” koşulundan hareketle 1996 senesinde Tahribatsız Muayene Komisyonu’ndan ayrılarak, Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırma Merkezi’ni oluşturmanın uygun olacağını düşündük ve Oda yönetiminin tahribatsız muayene alanındaki personel vasıflandırma ve sertifikalandırma alanındaki birtakım yetkilerini bu kuruluşa devretmesiyle beraber, 1996 yılından itibaren Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırma Merkezi faaliyetlerine başladı.
Elbette ki daha evvelki sayın konuşmacıların da belirttiği gibi bu faaliyetler, belli bir standartlar çerçevesinde yürütülüyor. Bunların başında da EN 473 geliyor; ama, EN 473 personel sertifikalandırılması konusundaki asgari gereksinimleri belirtiyor. Siz, bu asgari gereksinimleri karşılayarak akredite olabilirsiniz; ama, bundan bir adım sonraki husus da karşılıklı tanınırlıktır; yani, verdiğiniz sertifikaların başka ülkeler tarafından da kabul görmesi noktası. Orada da EN 473 üstünde bazı kuralların söz konusu olduğu görülüyor. Bunlar yanılmıyorsam, Sayın İhsan Kahraman tebliğinde değindi.
Faaliyetlerimizi özetlemek gerekirse, 1996 senesinden beri 6 sektörde personel vasıflandırılması ve sertifikalandırılması çalışmalarını yürütüyoruz. Tabii, 45 013’te belirtildiği gibi aynı ISO 9000-9002’de yer aldığı şekliyle, bu faaliyetleri yürüten kuruluşların faaliyetlerini belli bir kalite sistemi çerçevesinde yürütmesi gerekiyor. Yürüttükleri bütün faaliyetlerin belli prosedürlere, kurallara uygun olarak yürütülmesi gerekiyor. Bu faaliyetler içinde kalite sistemini tanımlayan bir el kitabı ve bunu destekleyen prosedürler geliştirildi.
Birkaç tane örnek vermek istiyorum: Örneğin eğitimlerin kapsamı ne olacak? Türkiye’deki sanayi, gelişim ve endüstriyel büyüklükler düşünüldüğünde, “Seviye 1”; “Seviye 2” düzeyinde çeşitli metotlarda yürütülen eğitimlerin kapsamı ne olmalı? Bu eğitim kimler tarafından verilmeli? Kimler bu eğitimleri verebilirler? Bu eğitimler nerelerde verilebilir? Herkes çıkıp, “Ben, eğitim veriyorum” derse olacak mı? Bu eğitimin süreleri ne olacak? Bunlara ilişkin kurallar ve prosedürler oluşturuldu. Sınavlar nasıl yapılacak? Sınavlara ilişkin sorular ve test parçaları kimler tarafından ve nasıl hazırlanacak? Bunlar nasıl değerlendirilecek? Sınavlar nasıl yürütülecek? Bütün bu detayları içeren prosedür ve talimatlar “Kalite” el kitabımızın bir parçası olarak mevcut.
1998 yılından itibaren; yani, geçen seneden itibaren de sertifika tanzim etmeye başladık. Türkiye’de genellikle ayrımı yapılmayan bir olay var; vasıflandırma ve sertifikalandırma. Bir eğitime katılıyorsunuz, bu eğitimi aldığınızı belgeliyorsunuz, fiziksel yeterliliğinizi ve tecrübe sürelerinizi belgeliyorsunuz; sınavda başarılı olursanız size bir belge veriliyor. Bu sizin vasıflandırıldığınızı gösteriyor. Bu vasıflandırma belgesiyle sertifikalandırmaya gidiyorsunuz. Biz Türkiye’de geçen seneden itibaren bu ayrımı koymaya çalışıyoruz. Geçen seneden itibaren yaklaşık 150 kişiyi sertifikalandırdık. Tabii, vasıflandırdığımız insanların sayısı çok fazla. Benim ilk turda söylemek istediklerim bunlar.
BAŞKAN- İkinci turda konuşmacılara birer kez daha söz vereceğim. Ardından izleyicilerin önemli bir bölümünün konuyla doğrudan ilgili olduğunu tahmin ediyorum. Onların da soruları varsa tartışmaya katılmalarını bekleyeceğiz ve paneli öyle tamamlayacağız. Konuşmacılar kendi faaliyetlerini sundular; ben, şimdi asıl tartışmanın olabileceği noktaya gelmeye çalışacağım. Bence, asıl tartışma şu: Türkiye’de şu anda tahribatsız muayene personelinin eğitim, sınav ve sertifikalandırma sistemini denetleyen bir mekanizma yok; yani, değişik yerlerde yapılan faaliyetler, örneğin Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Metalürji Mühendisleri Odası’nın, birlikte 1987’den, 1988’den beri sürdürdüğü faaliyet, esasen DGZfP’nin sertifikalandırma imkanıyla yürüyen bir şey. Eğitim ve sınav giderek burada yapılıyor; ama, sertifikalanmanın dışarıdan yapılması gerekiyor; çünkü, uluslararası geçerlilik ancak böyle sağlanıyor.
Benzer biçimde MAM’da başlatılan çalışma; Danimarka Force Enstitüsü ile benzer bir ilişki kurarak yürütülmeye çalışılıyor. Bu, burada sürekli olarak uluslararası geçerliliği olan, bir sertifikalandırma kuruluşu olmamasından kaynaklanıyor. Bir tanesi bu.
İkincisi, EN 473’e göre yürütülen bu faaliyetlerin dışında epeyce geniş bir şekilde Türkiye’de ve yurtdışında da olan bu ASNT sistemine göre bir sertifikalandırma var. Bu sertifikalandırma sistemi tümüyle yanlış anlaşılan ve hatta istismar edilen bir nitelik taşıyor. ASNT Başkanı katılabilmiş olsaydı, kendisinden bu konuda bazı açıklayıcı bilgiler rica edecektik; çünkü, yayınlarında bundan kendileri de şikayetçiler. O nedenle onlar da giderek daha merkezi bir sertifikalandırma programına doğru, özellikle ISO 9712’nin çıkmasından sonra buna yönelmiş bulunuyorlar. “ASNT Level 3” diye bir şey koydular, sonra Level 2’yi de vermeye başladılar. Aynı sıkıntı orada var; ama, biz bunun dışında ISO sisteminin empoze ettiği; yani, EN 473’ün empoze ettiği daha merkezi bir eğitim, sınav ve sertifikalama sistemini Türkiye’de yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.
TÜBİTAK MAM’ın ve ODTÜ’nün de yönleri bu doğrultuda gözüküyor. Ancak, bu da yetmiyor. Neden yetmiyor; çünkü, her “EN 473’e göre, ben bunu uyguluyorum” diyeni denetleyen bir mekanizma olması lazım. Şu anda Meclise sevk edilmiş bulunan Türk Akreditasyon Konseyi Yasa Taslağı umarım yasalaştığında, önemli bir çözüm -en azından kısmen- getireceğe benzer. Bunu beklemeye de gerek yok; çünkü, gidilen yol yanlış değil. Yalnız bu yolu daha yeterli, gerçekten herkesin güven duyduğu bir noktaya getirmek gerekiyor.
Konunun içinde çalışan arkadaşlar bilirler, ortalık cangıl gibi; yani, elinde bir sertifika olan, “Şu ya da bu sisteme göre aldım” diye dolaşan birçok insan var. Ancak, bunu nasıl denetleyeceğiz? O nedenle asıl olarak, bu faaliyeti yürüten bu kuruluşların giderek bu akreditasyon şemsiyesi altında, uluslararası normlar şemsiyesi altında bir araya gelerek, belirli bir yöne doğru yol almaları gerekiyor.
Ben, ikinci aşamasında buna yönelik çalışmalarımızı aktarmaya çalışalım istiyorum. “Ne yapabiliriz, ne ölçüde bunu uyguluyoruz ve neler yapıyoruz” bunu konuşalım ve daha sonra da tartışmaya açalım istiyorum.
Bu arada söz almak isteyen varsa, ona da söz vermemiz mümkün tabii. Buyurun.
Prof.Dr. Alpay ANKARA- Bir başka örneği göstererek, konuya gireceğim. Bundan 15-20 sene önce bir arkadaşım Güneydoğu Anadolu’ya gitti. Orada gezerken çok enteresan gözüne çarpan bir olay oluyor. “Çırçır fabrikası” deniliyordu o zaman; artık atölyeden başka hiçbir şey olmayan bir şey bu. 500 metre ileriye gidiyorsun, bir çırçır atölyesi daha. 200 metre gidiyorsunuz, bir çırçır atölyesi daha. Her köylü iki tane ekin ektiyse, pamuk ektiyse, onun kendisi ayrımına gidiyor. Bunlar bir araya gelip birleşerek daha modern bir tesis kurmamış ve zihniyet o şekilde yaşıyor.
Gelelim bu NDT konusuna. Bu Alman projesiyle yürüttüğümüz NDT projesinde birçok arkadaşımız eğitildi. Bu eğitilen arkadaşlar, üniversiteden ayrılarak, değişik kurumlara gittiler. Kimisi İzmir’e gitti, kimisi İstanbul’a gitti, TSE’de çalışmaya başladı; fakat, hepsinin yaptığı aynı; yani, “Ortadoğu Teknik Üniversitesinde bu var. Ben de bir NDT Merkezi kurayım. Ben de içinde ultrasonik, radyografi vesaire yapayım. Ben, eğitim vereyim. Ben de endüstriye test yapayım” Bunlar dışında bir fikirle ortaya çıkan olmadı. Türkiye bu kadar zengin mi? Yani, kaynaklarını bu kadar hızlı bir şekilde, kötü bir şekilde dökmeye gerek var mı? Çünkü, kurulan laboratuvarların ben maliyetlerini biliyorum.
Bugünkü konuşmalarda şunu da dinledim: Herkes kurduğu laboratuvarının içindeki malzemesinin ve aletin cihazını överek bahsetti; ama, bugüne kadar kimse “bu laboratuvarları ben kurdum; fakat, laboratuvarı kurduğum kadar bir para harcayarak adam eğittim” demedi. Bir laboratuvarda eğitimli adam olmadıkça, iki tane cihazın bence hiçbir yararı yok.
Benim görüşüm -İstanbul’u düşünüyorum-: MAM, genelde TSE. İki tane kuruluş. Bir tanesi diyor ki, “Ben, Force ile çalışacağım” Öteki de diyor ki, “Ben de çok modern laboratuvarlar kurdum, aynı işi yapacağım” diyor. Türkiye’deki NDT’ye duyulan ihtiyaca bakıyoruz, verdiğimiz eğitimlere gelen katılımcıları görüyoruz; bunların sayıları günden güne azalıyor. Bu kadar büyük bir potansiyeli, bir pastayı paylaşmaya çalışıyoruz, herkese düşen dilim çok daha küçülecek; fakat, kurumların yaptığı yatırımlara bakıyorum, gerçekten acıyorum.
Mahmut KİPER- Sayın Başkan, siz başta belirttiniz; ama, bu tahribatsız muayene, akreditasyon ve belgelendirme kapsamında nereye oturuyor; önce galiba iyi belirlemek lazım. Akreditasyonun en kısa tanımını şöyle yapıyorlar: Yeterliliğin teyidi ve bunun yazılı onayı. Peki bu nasıl çıktı veya nasıl gelişti? Özellikle serbest ticaret ortamına girildiği zaman, Gümrük duvarları yıkıldı, korunma kalkanları büyük ölçüde indi ve özellikle Avrupa odaklı korunma olarak bölgesel uygulamalar başladı. Akreditasyonun birtakım teknik gerekleri var.
Akreditasyona genel bir felsefe olarak baktığımız zaman, iki boyutlu düşünmemiz gerekiyor: Birinci boyutu, dediğim gibi ortak lisan kriterleri. Uluslararası geçerliliği olan birtakım uluslararası kurullarda oluşturulan birtakım düzenlemeler. Bunların en son aşaması harmonize standartlar. Her ne kadar o kurulda sizin temsilciniz yoksa da, uymak zorundasınız.
İkinci boyutuna bakalım: Çokça duyduğumuz iç kalite tetkikçisi diye geçen “Oditör” deyimi var. Eski İngilizce’de oditörün anlamı, savaş bittikten sonra savaş alanına giren ve yaralılara saldıran demek; yani, bu alanda korkunç bir savaş var. Biz, çok geç olarak bu savaşa başlayacağız. Her şey bitmiş değil ve son gelişmelere göre akreditasyonu da -tekrar teknik boyutuna dönüyorum- 3 ana bölüme ayırmak gerekiyor. Bunlardan biri belgelendirme. Belgelendirme kapsamında neler var; personel belgelendirme, kalite sistem belgelendirme, ürün belgelendirme ve son günlerde veya yıllarda çokça gündeme gelen çevre belgelendirme. Belki bu kapsamda ileride başka belgelendirmeler de çıkacak.
İkinci boyutu, bu savaşı başlatan laboratuvar akreditasyonu. Kalibrasyon laboratuvarlarının akreditasyonu, test analiz laboratuvarlarının akreditasyonu. Gerçekten korkunç bir savaş; çünkü, her ulusun yaptığı test analiz yöntemleri var ve sonra siz bu test analiz yöntemlerinden birtakım ortak standartlar bulmaya çalışacaksınız. Bu dünyayı gerçekten çok zorladı.
Son yıllarda çok gündeme gelen üçüncü bir boyutu, muayene kuruluşlarının akreditasyonu; yani, “Inspection Body Accreditation”. Tahribatsız muayene tüm bu anlatmaya çalıştığım genel akreditasyon belgelendirme kapsamında ilk oturduğu yer, personel belgelendirme. Personel belgelendirmede de Avrupa’da kabul görmüş zorunlu personel belgelendirme alanları şunlar:
1. Bu alanlarda çalışacak denetçilerin veya tetkikçilerin belgelendirilmesi,
2. Tahribatsız muayene personelinin belgelendirilmesi,
3. Alan da kaynakçıların belgelendirilmesi; yani, çok özel yöntemlerin belgelendirilmesi.
Tahribatsız muayene, sanıyorum tüm akreditasyon belgelendirme kapsamında çok daha büyük özellikler taşıyor; şöyle ki: Baktığımız zaman bu üç genel alana da tahribatsız muayene giriyor. Bir defa birtakım laboratuvar hizmetlerinden faydalanacaksınız; laboratuvar akreditasyonu. Bu aletleri kullanarak birtakım personel, birtakım testler yapacak, personel belgelendirmesi yapacak. Peki, bu sonuçların bir yoruma gitmesi lazım. Bu da “inspection body” akreditasyonunu gerektiriyor. Bunun önemi şurada ortaya çıkıyor: Personel sertifikalandırma çalışmalarında -bu konunun da açılması gerektiği için bu genel bilgileri verme gereği duydum- üçlü bir matrisi doldurmanız gerekiyor. Yöntem, sektör ve seviye matrisini doldurmanız gerekiyor. Yaklaşık bizim beş yıllık çalışmamız boyunca, biz bu matrisi yeni doldurmaya başladık. Sınav eğitim merkeziniz olacak, sınav parçalarınız olacak, yeterli sınav gözetmenleriniz olacak, eğitimciniz olacak vesaire.
Bu savaşın ne kadar kızıştığını anlatmak için konuşmamı bitirip, sorumu yönelteceğim. İngiltere diyor ki, -eğer değişmediyse- “Ben, 40 sektörde personel belgelendirmesi yapıyorum” Tahribatsız muayene alanında; yani, 40 sektörde siz sınav parçası bulacaksınız, eğitmen bulacaksınız, sınav gözetmeni bulacaksınız, sınav yapan personel bulacaksınız vesaire. Tam bir teknik engel yarışı var.
Türkiye’de -katılmadığım bir yönünü de söyleyeyim- bunların mutlaka kanunlarla düzenlenmesi gerekmiyor. Bunlar konsensüs gerektiren, temsiliyet gerektiren ve bağımsızlık gerektiren unsurlar; ama, bunların içinde mali bağımsızlık da var. Beş yıldır sürdürdüğümüz bir çaba sonucunda henüz biz tam olarak mali bağımsızlığa ulaşamadık.
Tüm panelistlere soruyorum: Acaba bu koşulları nasıl sağlayacaklar? Yani, hangi sektörlerde eğitim yapacaklar, hangi seviyelerde eğitim yapacaklar? Örneğin Sayın Bilge dedi ki, “Biz, üçüncü seviye eğitim veriyoruz.” Biz, beş yıl içinde ulusal bazda üçüncü seviye eğitim veremedik; çünkü, bunun gerekleri gerçekten zor. Birinci, ikinci seviyenin tam bir altyapısı olacak, tüm bu gerekleri yerine getireceksiniz; üçüncü seviyede yeterli personeliniz olacak ve daha sonra üçüncü seviye eğitimine geçebileceksiniz. Tüm bu gerekleri nasıl yerine getirdiler, bunu gerçekten çok merak ediyorum.
İkinci sorum da şu: Acaba mali bağımsızlık unsurunu nasıl karşılamayı düşünüyorlar?
Tüm bu soruların ekseninde bir hatırlatma: Türkiye’de özellikle NDT alanında bu kadar çok yoğunlaşma var. Örneğin çok daha kâr getiren kalite sistem belgelendirme konusunda, ulusal bir organizasyonumuz yok. Bunu “uluslararası geçerlilikte belge veren” anlamında söylüyorum. Ya da personel belgelendirme anlamında uluslararası akredite olmuş bir organizasyonumuz yok. Nasıl NDT’ye bu kadar talep var; bunu anlamakta güçlük çekiyorum; ama, şuna da katılıyorum: Bu tabii müşteri odaklı; yani, müşterinin talebi varsa, rekabet çok güzel.
Prof. Dr. SCHNİTGER bir konuşma yaptı.
BAŞKAN- Prof. Dr. Schnitger Almanya ve Danimarka’daki sistemlerin esas olarak Almanya’dan kaynaklanan sistem olduğu için aynı olduğunu, dolayısıyla TÜBİTAK-MAM ya da ODTÜ’deki sistemin, sonuç olarak dayandığı referanslar itibariyle aynı olduğunu belirttiler. Kısaca Alman deneyini özetledi. Almanya’daki sistemin, esas olarak bütün endüstrinin ihtiyaçlarını tespit eden, onları bir araya getiren bir çalışmanın sonunda ortaya çıktığını ve bunu yansıttığı için yürütülebilen bir sistem olduğunu belirtti. Aynı çalışmayı Türkiye’de yapmaya çalışmanız gerektiğini söyledi.
Sorusu şu: TÜBİTAK, MAM’da Force Enstitü referansı, onun akreditasyonuyla yürüyen çalışma ya da Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti referansıyla ODTÜ’de yürüyen çalışma; eğer, sonunda Türkiye’de personel sertifikalandırılması konusunda Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırma Merkezi, akredite olduğunda dışarısıyla ilişkisini kesip, oraya yönelebilecek mi ve Türkiye’deki sanayicileri bir araya getirip, onun ihtiyacını tespit eden bir sistem oluşturulabilecek mi?
Prof. Dr. Yılmaz TAPTIK (İTÜ Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü): Aslında üçlü bir konuşma meydana geldi. Çıkan sonuç şu: Aslında Türkiye’de birçok konuda yaşanılan genel kaos veya tartışma ortamı sırasıyla geldi. Biz, Türkiye’de her yere cihaz alıp, onları verimli kullanmak yerine, cihazları ancak 2-3 saat kullanmayı ve geri kalan zamanlarda yatırmayı çok severiz. Bu, genel davranışımızdır. Sayın Alpay Ankara bunu dile getirdi. Diğer konuşmacımız, olayın Türkiye’deki gelişimini dile getirdi ve Prof. Dr. Schnitger de bu işin nasıl çözülmesi gerektiğiyle ilgili kritik sualini sordu. Bence, çözüm önerisi aslında bir kelimede yatıyor. O da konsensüs sağlarlarsa.
Şu gün keşke burada, İTÜ’nün ve Çekmece Nükleer Araştırma’nın, temelde iki tane burada mevcut olan sertifikasyon kuruluşunun dışındaki iki kuruluştan da kişiler olsaydı da şu tartışmayı yapabilseydik -bence doğrusu o-: Biz, ne zaman Türkiye Tahribatsız Muayene Cemiyeti’ni kuruyoruz ve bu cemiyet içerisinde sertifikalandırma görevini kime veriyoruz ve hep birlikte bunun arkasında duruyoruz? Kimleri açıyoruz, kimleri açmıyoruz? Açtıklarımızın arkasında hep birlikte nasıl duruyoruz? Almanya’da DGZfP sadece Berlin’de değil, bir yıl içinde eğitim faaliyetlerini çok farklı merkezlerde yapıyor. Eğitimlerin verilmesine çalışan hocalar farklı. Sınavların yapılmasına çalışan hocalar farklı.
Bu bir organizasyon meselesi. Bu organizasyonu yükümlenecek bir kuruma ihtiyacımız var. Şu anda bu kurum top gibi aramızda dolaşıp duruyor. Elbette ki akreditasyon açısından bir sorunumuz olduğu için, ister Danimarka’nın ister Almanya’nın veya yarın öbür gün bir başka kişinin kurabileceği bir merkez aracılığıyla İngiltere olabilir ya da ASNT’ye göre Çekmece Nükleer Araştırma’da yapmışız. Burada bir ortak konsensüse ihtiyacımız var.
Bu konuda kendini potansiyel gören kimdir? Potansiyel ne demek; 1. Altyapısı buna müsait olan. Kimin altyapısı müsait, elimizde ne var? Bu altyapıyı ortaya koyan kişiler kimler? 2. Personel açısından yeterli olan gruplar; yani, bir kişinin hasarsız muayene biliyor olması demek, o grubun eğitim anlamını taşımıyor ki. Ancak, o kişiden faydalanmak da bu grubun görevi. Örneğin ben, on yıldır hiçbir kurs açmadım, açmayı da düşünmüyorum. Neden; çünkü, üniversitedeki yerim veya yapmayı düşündüğüm hedefler gereği, bir kurs var; ama, doğrusunu söylemek gerekirse, böyle bir kurs organizasyonu içerisinde severek de görev alabilirim; almayı da isterim.
Buna soyunan arkadaşlarımıza şansı tanımalı; ama, aynı çatının altında birleşmeliyiz. Aksi takdirde burada yıprattığımız kişiler değil, tahribatsız muayene olgusunu yıpratıyoruz. Bu yıpratmayı yaptığımız zaman, yarın öbür gün ister ODTÜ’nün, ister TÜBİTAK MAM’ın, ister Çekmece Nükleer Araştırma’nın yetiştirdiği elemanlar tartışılır noktaya geliyorsa, “çok şey kaybediyoruz” demektir. Bunu kaybetmemek için ortak bir konsensüs noktası içerisinde birleşmemiz lazım.
Bunu ben, naçizane -eğer ikinci turu yapacaksak- “böyle bir konsensüsün oluşmasında ne gibi fikirlerimiz var” bunları ortaya koyabilirsek, o konsensüsün altyapısını hatta burada kuralım diye düşünüyorum. Teklif ediniz; deyiniz ki, “Şu tarihte bu tür kişileri bir araya getirmeye yönelik olarak bir on kişilik çekirdek kadroyu bir araya getirelim.” Bugüne kadar bize katkıda bulunan, ister Prof. Dr. Schnitger veya DGçfp de bu işin içerisine katılabilir, hocamın işbirliği yaptığı Danimarka da katılabilir; ama, önemli olan burada, uluslararası nitelikte akredite olma hazırlıklarını tamamlamış, konsensüs sağlamış, tek bir ortak sesi dile getiren bir kurumun oluşmuş olması.
BAŞKAN- Sayın Taptık’a teşekkür ediyoruz. Katılmamak elde değil; ama, Türkiye’de tabii bu konsensüsün nasıl sağlanacağı konusunda herkesin biraz kafa yorması gerekiyor; çünkü, yıllardır süren birtakım bu gerginlikler yaşana gidiyor.
Ben, ikinci tur için hiç sözü uzatmadan konuşmacılara söz vereceğim. Salondan gelen yorumlar, katkılar ve tepkiler ışığında da görüşlerini belirtebilirler. Bizim düşündüğümüz çerçevede yine bununla bağlantılı olarak; gerçekten bu faaliyetler, bu uluslararası geçerlilik anlamında -sanıyorum zaten bir tarafa doğru gidiyor- en azından burada oturanlar, bu konuda yol almak durumundalar. Onun dışında da birtakım odaklarda faaliyetler yürüyor. Bunlar birtakım normlara dayanıyor ya da dayanmıyor; -hepsi hakkında ayrıntılı bilgimiz yok- ama, gerçekten Türkiye’nin, bu faaliyeti bir ortak vakıf, cemiyet, Tahribatsız Muayene Cemiyeti ya da Vakfı doğrultusunda galiba birleştirmesi gerekiyor.
Prof.Dr. A. Nezihi BİLGE: (TÜBİTAK-MAM): Biraz evvel dile getirecektim; yalnız zaman kısıtlı olduğu için dile getirmemiştim. Bu yüzden soru yükselince hemen oradan başlamak istiyorum. Türkiye’de 1987 yılında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun almış olduğu Birleşmiş Milletler Projesi bir protokolle TSE’ye devredilmiş ve TSE o zaman 1987-1988 yıllarında üniversitelerden, kamu kuruluşlarından, özel sektörden aşağı yukarı 40 kişinin bir araya getirdiği Türkiye Tahribatsız Testler Milli Koordinasyon Kurulu’nu kurmuştur.
Bu kurulun tartışmaları ve istekleri doğrultusunda, Tahribatsız Testler Özel Belgelendirme Komisyonu kurulmuş ve bu Belgelendirme Komisyonu biraz evvel de belirttiğim gibi, 1987’de endüstriden gelen sektör üzerine altı tane sektör tespit etmiştir. İsterseniz bu sektörleri sayayım: Metal sektörü, metal olmayan malzemeler sektörü, elektronik sektörü, havacılık sektörü ve nükleer endüstri sektörü. Tabii ki o zamanın şartlarında Türk endüstrisinin ve potansiyelinin istediği bunlar olabilirdi; bunlardı. Ancak, o tarihteki kuruluşta, belki o tarihlerdeki Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin Almanya işbirliği projesi de başlayınca, sanki -biraz evvelki konsensüse cevap olarak gelebilecek, lütfen dikkatinizi tekrar çekiyorum: 1981-98yıllarından bahsediyorum- iki başlı kutup oluşmaya başladı. Aslında kutup yok. Bir olay yok ki, bir alan yok ki kutup olsun; ama, yine de “Yok, bunu ODTÜ’mü yürütecek, yok TSE mi yürütecek” gibi bir manzara oluşmaya başladı. Sevgili meslektaşım Sayın Ankara da çok iyi bilir, bir olay var; Ankara ile İstanbul cephesi biraz farklı; ODTÜ ile diğer üniversiteler de biraz farklı.
Bilmiyorum, ODTÜ için konuşmayayım; ama, eski yerim olan İTÜ’de bir laboratuvardan diğer bir laboratuvara aleti zor alırsınız. Ben, bunu yaşadım. Bir ultrasonik cihazınız varsa ve o cihaz tesadüfen bir -lütfen yanlışsam düzeltiniz- doçent arkadaşa zimmetliyse -tabirleri çok basit kullanıyorum- ikinci bir arkadaş gelip, o aletten bir ölçüm dahi yapamaz. Bunu niçin dile getiriyorum; sizin sorduğunuz soruya cevap vermek için getiriyorum. TSE’i kuruluyor, TSE’i, TÜBİTAK-MAM var; ama, her nedense - nedeni biliyoruz; ama, panelimizin konusu değil- TSE ile MAM arasındaki bazı yöneticilerinden dolayı aralar limoni ve “Senin bu kadar aletin varsa, ben daha iyisini kurarım” yaklaşımı var. Sizin sorunuza cevap veriyorum. Gerçekleri konuşalım. Bu durumda olay, “O yaptı, ben yapamadım” ve cihazları kullanıp, kullanamamasından öteye gidiyor.
Bizim yaptığımız MAM’daki olay çok basit. Otuz yıllık birikimi bu yöne doğru motive ediyoruz. Yeniden bir yapılanmada tabii ki masraf oluyor; ancak, özellikle Gebze bölgesi, İzmit bölgesi -depremden evvel için konuşuyorum ve inşallah bir daha aynı noktaya geliriz- sanayinin potansiyelinin fazla olduğu bir olay. Çok doğrusunuz; ben Ortadoğu Teknik Üniversitesini bir rakip değil, tam tersine bana destek veren bir kuruluş olarak görüyorum. Siz bana destek, ben size destek olmazsam, işte 1987’de bahsettiğimiz durumu, -şu anda 2000’lere geliyoruz- 2020’lerde de konuşuruz.
Bunu yapmamak için, -sevgili Taptık’ın konsensüsüne iştirak ediyorum- bir araya gelmemiz lazım; ama, maalesef sevgili dostlar, -belki bu işin içinde otuz senedir olduğum için çok açık özeleştirilerde de bulunuyorum- bizlerin Türk olarak “Bir grup kurulacak, peki başkan kim olacak?” gibi bir özelliğimiz var. “Grubun fonksiyonu ne olacak, grup ne yapacak?” gibi konuları konuşmuyoruz. Tabii, resmi üniformalı arkadaşlarım hariç; çünkü, onlarda başkanın kim olacağı bellidir. Biz sivillerde, hele hocalar arasında, beş tane profesörü yan yana getirin, ilk başta toplantıdan evvel, o grupta kimin başkan olacağı tartışılır. Akademisyen dostlarım, yanlışsam lütfen beni doğrulayınız. Bunu endüstriye de verdiğimiz zaman, tabii ki bu türlü anlaşmazlıklar söz konusu oluyor. Belki 15-20 yıllık veya 25 yıllık birikimi dile getirmeye çalışıyorum; kimseyi kırmadan incitmeden.
Haklısınız; çok değerli cihazlar var, yetişmiş elemanlar var; biz bu durumda ne yapabiliriz? Eksik olan kısımlarımızı öbür taraf tamamlayabilir. Yeniden bir laboratuvar açmamak gerekir. Şu anda ben size söyleyeyim: Bu konuşmanın bir benzerini Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörüyle yaptık. Kendileri de, “Bir laboratuvar filan kuralım mı?” dedi; “Hayır, biz her türlü imkanı size açalım, her çalışmanızı burada yapın” dedik. İşte bir konsensüse başlama olayı.
Tabii ki aramızda bir fark yok. Hepimiz aynı amaçlarla uğraşıyoruz; ancak, sevgili dostumun sorusuna geleyim: Evet, biz de aynı modelle başladık. Kendi altyapımızı tamamlayıncaya kadar, akredite oluncaya kadar Dantest’ten akredite olacağız. Force Enstitünün danışmanlığını alacağız. Bu danışmanlık içinde akredite olacağız ve kendi elemanlarımızı yetiştirdikten sonra, tabii ki şu andaki anlaşmamız gereği, Force Enstitü ve MAM olarak sertifika vereceğiz. Ancak, -soruya cevap veriyorum- biz TÜBİTAK MAM olarak, Türkiye’de böyle bir temel Tahribatsız Muayeneler Personel Sertifikalandırma Merkezi veya Vakfı için -Vakfı daha güzel bir şey- bunun kuruculuğuna da varız, böyle bir konsensüste de varız, -böyle bir olay olduktan sonra, zaten belli süre içerisinde anlaşmamız gerekiyor- Force Enstitüden tamamen ayrılıp, karşılıklı tanınma şartıyla Türkiye ulusal sistemi içinde olmaya hazırız.
Diğer taraftan bir dostum bir soru yöneltti. Biz, şu anda MAM’da “Seviye 3” sertifikasını kendimiz vermiyoruz. Force Enstitü paket olarak getiriyor, onlar yapıyor. Bizim kendi olanaklarımız akredite olup, ona imkan verdikten sonra biz buna başlayacağız; ancak, burada şu sistemimiz var: Force Enstitüsü, Seviye 3’ü veriyor; ama, kendilerinin bizim personelimizden yetiştirdiği Seviye 3 elemanları var. Onları kendi sistemiyle yavaş yavaş eğitimde kullanmaya başlıyor. Yalnız eğitmen olarak değil, altyapı olarak test parçası, sınav parçası olarak yapıldıktan sonra tabii ki biz kendimiz götüreceğiz; yükleneceğiz.
Son olarak da, gerçek anlamda ikinci turdaki söylemem gereken olayı dile getirmek istiyorum. Biz, tamam renk olsun; fakat, temel prensip olarak, hiç olmazsa şu andan itibaren temel tahribatsız muayenede, temel eğitim verecek merkezlerin bilinen ve tanınan uluslararası standartlara göre akredite olmalarını şart koşuyoruz, istiyoruz. Bu şartlar altında yapıldıktan sonra yine önerimiz, tahribatsız muayene personel sertifikalandırma için bir vakıf kurulsun; biz TÜBİTAK MAM olarak buna katılmaya, desteklemeye hazırız. Sınav sistemine yine merkezler yapsın, yalnız external, dış sınavcıyı ve sınav parçalarını bu merkez aracılığıyla temin etsin. Böylece bu hem bir konsensüs sağlar, hem de bir birliğin bir homojenliğin oturmasını sağlar. Teşekkür ederim.
BAŞKAN- Teşekkür ederiz. Sayın Bülent Doyum’a söz veriyorum.
Prof. Dr. Bülent DOYUM (ODTÜ): İlk turda ben de bu verdiğimiz kurslarla ilgili istatistiki bilgi sunmuştum ve bunların hangi fiziksel koşullarda verdiğimizi aktarmıştım. Tabii Alpay Bey’in de dediği gibi fiziksel koşulların sağlanması yeterli değil; nihayetinde bu kurslar kişiler tarafından, eğitimciler tarafından verilecek. Buna ilk başta çok kısa olarak değinmiştim. Şimdi biraz daha bu konuyu açayım.
İlk başlarda 1988’li yıllarda, 1990’lı yılların başında bu kursların verilişinde Alman eğitmenlerin katkısı ileri boyuttaydı. Daha sonra bu katkı azaldı. 1990’lı yıllardan sonra da yüzde yüz Türk eğitmenler tarafından bu verilmeye başlandı. Bu eğitmenler -bunu övünçle söyleyeyim- Metalurji Mühendisleri Odası bünyesinde kurulan Tahribatsız Muayene Komisyonu üyeleri ve ODTÜ’deki Kaynak Teknolojisi ve Tahribatsız Muayene Merkezi’ndeki görevli elemanlar tarafından veriliyor. Şimdi burada biz, en azından verdiğimiz eğitimde endüstriden gelen katkının en az yüzde 20 düzeyinde olmasını istiyoruz, ki endüstriden gelen arkadaşlar, orada edindikleri tecrübelerini, bilgilerini, görgülerini katılımcılara aktarsınlar ve ortaya daha zengin bir eğitim çıksın istiyoruz.
Bu eğitimin sonunda tabii ki bir “vasıflandırma” sınavı var. Biz, bu teknik işbirliği projesi kapsamında bu sınavları yine Alman Tahribatsız Muayene Cemiyetinin ilk başta kurallarına, daha sonra da EN 473 standardının gösterdiği kurallar doğrultusunda yaptık. İlk baştan yine sınavlarda Alman uzmanların başkanlığında, daha sonra refakâtinde yapıldı. Son yıllarda da özellikle 1998 yılından itibaren de, Metalürji Mühendisleri Odası bünyesinde kurulmuş olan Personel Sertifikalandırma Merkezi’nin düzenlediği sınavları veriyoruz. Dolayısıyla, gerek sınav sorumlularının oluşturulması, gerekse sınavda görev alan personel bakımından bu işbirliğimiz çok kapsamlı ve uyumlu bir şekilde devam etmektedir.
Serdar Bey bu konudan biraz bahsetti, ben de biraz değinmek istiyorum. Bu sınav sonucunda katılımcılara bir “Sınav Başarı Belgesi” veriyoruz. Bu sertifika anlamı taşımıyor. Bu ayrım yakın zamana kadar çok iyi bilinmiyordu. Sadece bizde değil, yurtdışında da bu böyleydi; ama, bu ayrım artık var. Dolayısıyla, sadece “Sınav Başarı Belgesi” değil, aynı zamanda bunun bir sertifika gerekliliği ortada. Tabii önemli olan hususlardan bir tanesi de, “biz çok iyi eğitim veriyoruz” diyebilirsiniz; ama, bu eğitimin her şeyde olduğu gibi kalitesinin denetlenmesidir.
Biz, bu yönde şu ana kadar projemiz bittiği halde, Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti ile yaptığımız ikili işbirliği anlaşması kapsamında, yine yaptığımız bu vasıflandırma sınavları sonuçlarında başarılı olan katılımcılara Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti’nin sınav belgelerini veriyoruz. Bu dediğim gibi sertifika anlamı taşımıyor; fakat, bu sertifikanın da gerekli olduğunu az önce belirttim. Bunu nasıl sağlayacağız? Burada tabii ki dışa bağımlı olmayı biz arzu etmiyoruz. İkili ilişkiler çok iyi, bu işbirlikleri çok güzel, bundan sonra da yürümesinin hiçbir zararı olmadığını düşünüyorum; fakat, biz ulusal düzeyde bir sertifikalandırma merkezinin de şart olduğuna inanıyoruz. Sadece bir merkez kurulması değil, bu merkezin de belli koşulları sağlaması ve bu sağladığını da belgelemesi; yani, akredite olmuş bir Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırma Merkezinin oluşmasını arzu ediyoruz. ODTÜ Kaynak Teknolojisi ve Tahribatsız Muayene Merkezi olarak bu oluşuma destek veriyoruz. Bu arkadaşlarımızla işbirliği yapıyoruz. Dediğim gibi 1998 yılından itibaren yaptığımız tüm sınavlar bu kurallar çerçevesinde ve bu işbirliği çerçevesinde yapıldı. Teşekkür ederim.
BAŞKAN- Ben, teşekkür ederim. Sayın Akyüz, buyurun.
Serdar AKYÜZ (MMO TM Personel Sertifikalandırma Merkezi Müdürü): “Neden Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti ya da Danimarka Tahribatsız Muayene Cemiyeti’nin sertifikalarını veriyoruz?” sorularından başlamak istiyorum. Neden buna ihtiyaç duyuyoruz; bir tek sebep var: Yaptığınız testlerin, bu testleri yapan personelin yeterliliğinin müşteri tarafından kabul edilmesi; yani, siz Türkiye’de elbette ki bir eğitim, vasıflandırma sistemi kurarsınız, sertifikalar verirsiniz; ama, karşı taraf bunu tanıyacak mı? Burada önemli olan tanınırlık. Verdiğiniz sertifika müşteri tarafından kabul ediliyor mu, edilmiyor mu? Bu belgeniz yeteri kadar prestije sahip mi, değil mi? O yüzden, Türkiye’de sertifikalandırma ve vasıflandırma çalışmaları, Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti’nin belgeleri, Danimarka Tahribatsız Muayene Cemiyeti’nin sertifikalarıyla gitti.
Bu sonsuza dek böyle mi gitmeli? Biz Türkiye’de Türk mühendisleri olarak belli bir altyapıyı oluşturup, kendi sertifikalandırma sistemimizi kuramayacak mıyız? Bunu kuracak teknik yeterliliğimiz yok mu? Bu organizasyon yeteneğimiz yok mu? Elbette ki var. O yüzden son yıllarda gerek Tahribatsız Muayene Vakfı oluşması, gerekse sertifikalandırma çalışmalarının uluslararası kurallara göre yapılması konusundaki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Verdiğimiz sertifikalar, Avrupa’daki Tahribatsız Muayene Cemiyetleri tarafından kabul edildiği zaman, elbette ki o zaman ne Alman Tahribatsız Muayene Cemiyetinin belgesine, ne Danimarka’ya ne bilmem nereye ihtiyacımız var; ama, verdiğimiz belgelerin tanınır olması lazım. Bu tanınırlılığın birinci kuralı akreditasyon, ikinci kuralı da EN 473’te belirtilen kriterler üzerindeki kriterlerin bazı Avrupa ülkelerindeki Tahribatsız Muayene Cemiyetlerinde uygulanan kuralları sizin de uygulayıp ve buna uyguladığınızı belgelemeniz gerekir.
Bunu yaptığınız zaman, elbette ki, Fransız, İngiliz ya da bilmem ne sertifikalarına talep azalacaktır. Neden; bir defa her şeyden önce eğitimleriniz ucuzlayacaktır, sınavlarınız ucuzlayacaktır, sertifikalarınız ucuzlayacaktır. Aynı hizmeti, aynı geçerlilikteki bir belgeyi çok daha ucuz bir fiyatla müşteriye temin edebileceksiniz.
Bunu gerçekleştirmek için ne yapmaya çalışıyoruz? Bu işlemler kimin için yapılıyor? Bu işlemler, sanayi için yapılıyor. Hani biz bir araya gelip de üç kişi, “Hadi böyle bir şey yapalım” demedik. Bu sanayinin talebi. Bu talebi nasıl kokluyoruz? Bunu anlayabilmek için organizasyon şemamıza bakarsanız, bir Yönetim Kurulumuz var. Bu Yönetim Kurulu 11 kişiden oluşuyor. Bu 11 kişi, farklı sektörlerde faaliyet gösteren çeşitli sanayi kuruluşlarının yer aldığı bir kurul. Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırma Merkezi ile ilgili bütün politikaları bu Yönetim Kurulu belirliyor. Biz teknik ekip, sadece alınan, belirlenen bu politikalar çerçevesinde faaliyetleri yürütüyoruz. Diyeceksiniz ki, “Sanayinin buraya desteği ve katkısı arzu edilen düzeyde mi?” Hayır; çünkü, bugün halen Türkiye’de kalite kontrol ve onun parçası olan tahribatsız muayene çalışmaları, ağırlıklı olarak hâlâ sözleşmedeki bir hususun kerhen de olsa yerine getirilmesi çerçevesinde yürütülüyor. Bu hep böyle mi gidecek; hayır.
Onun için Türkiye’de gerçekten ulusal düzeyde bir organizasyon ortaya çıkana kadar, biz bunun gerçekten küçük bir modelini Metalürji Mühendisleri Odasında simüle etmeye çalıştık. Şöyle bir avantajımız oldu: Böyle bir yapı oluştuğunda bu işleyişin nasıl olması gerektiğini artık biliyoruz. Bunun için 3-5 senemizi çok yoğun olarak harcadık, çok hatalar yaptık; ama, şu anda bu sistemi işletebilecek mekanizmalara sahibiz. Biz Türkiye’de, ulusal düzeyde bir tahribatsız muayene vakfı, cemiyeti ya da derneği -ismi ne olursa olsun- kurulduğu anda, bütün bu yapıyı oraya aktarmaya hazırız. Biz, bu faaliyetleri kendi tekelimizde tutmak istemiyoruz. Biz, bu faaliyetlerin Türkiye çapında belirli bir sistem dahilinde ve uluslararası kuralları gözardı etmeden yaygınlaştırılmasını istiyoruz. O yüzden İstanbul’da, Gebze’de, Bursa’da, Adana’da açılacak bütün eğitim merkezlerini desteklemeye hazırız. Bütün bu kuruluşlarla işbirliğine açığız.
Dediğim gibi, -Sayın Gümrükçüoğlu çok daha iyi bilirler- bu bahsettiğiniz organizasyon vakıf organizasyonu çalışmaları bundan 4-5 sene önce başladı; maalesef başladıktan iki sene sonra olumsuz bir neticeyle duraksama noktasına geldi. Şimdi tekrar bu faaliyetleri canlandırmaya çalışıyoruz. “Vakıf Tüzük Senedi” hazır, ne yapılması gerektiği belli. O açıdan Sayın Nezihi Bilge’nin, “Biz, böyle bir oluşumun kuruluşunda mutlaka yer alırız” cümlesi bizi gerçekten son derece sevindirdi. Elbette ki Türkiye’de bütün bu faaliyetleri tek bir çatı altında toplamak yararlı.
Bu olana kadar bir şeyler yapılmayacak mı; elbette ki yapılmalı. Bana göre, ilk yapılması gereken, eğitimde birliği sağlamak. A, B, C merkezlerinde yapılan eğitimler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmak. Hiç isim vermek istemiyorum; ama, sanayiden birisi olarak şunu çok açık söyleyebilirim: “Öğrenmek istiyorsanız, A yerine gideceksiniz. Müşteri sertifika mı istiyor; o zaman B, C yerlerine gidin, hemen bir sertifika alın gelin.” Bu ayrımı ortadan kaldırmamız lazım. O yüzden birinci bölümde çok net olarak koymaya çalıştım; ilkönce bu eğitimin kurallarını koymamız lazım. Bu eğitimin ana başlıkları nelerdir? Alt başlıkları nelerdir? Kaç saat bunlar anlatılacaktır? Bu detaylara kadar, eğitim merkezleri arasında bir birlik sağlamamız lazım. Buradan başlanabilir.
Bu merkezlerin yöneticilerinin, çalışanlarının belli aralıklarla bir araya gelmesi temin edilebilir. Eğitimde karşılaşılan, sertifikalandırmada karşılaşılan problemleri ortadan kaldırmak için, mutlaka bir yapının tüm unsurlarıyla kurulup, birlikte olmaya ondan sonra başlamaya gerek yok. Bu birliktelik pratiğini hemen başlatabiliriz. Ancak, dediğim gibi, uluslararası kuralları ve vereceğimiz belgelerin sonunda uluslararası geçerliliğini gölgeleyecek, Doğuya uygun tarzları elimine ederek. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.
BAŞKAN- Teşekkür ederim Sayın Akyüz. Sayın Bülent Doyum söz istiyor. Kendisine kısa bir söz veriyorum; çünkü, zaman daralıyor. Bir plaket verme töreni olduğu söylendi. Ona da çok gecikmemek üzere, belki tartışmak için söz isteyen 1-2 kişiye söz verip, paneli kapatacağız. Buyurun.
Prof. Dr. Bülent DOYUM- Vakıf konusu gündeme geldi. Ben de buna canı gönülden katılıyorum; gerek şahsım adına, gerek de temsil ettiğim merkez adına. Serdar Bey de bu konudan bahsetti. 1996 yılında bu vakıf kurma çalışmaları çok yoğunluk kazanmıştı. Bu arada hatta kurucu üyelerin kimler olacağı da gündeme gelmişti. Övünerek söyleyebilirim ki, Ortadoğu Teknik Üniversitesi olarak biz buna canı gönülden destek verdik. Sadece biz değil, Rektörlüğümüz de buna destek verdi. Üniversitenin Yönetim Kurulundan vakfı destekleme konusunda ilk karar bizim üniversitemizden çıktı; ama, ne yazık ki sonuç olumsuz oldu.
Bir de bu denetleme konusuna tekrar kısaca gelmek istiyorum. “Herkes eğitimi verdiğini söyleyebilir. Bu eğitimlerin denetlenmesi esastır” dedik. Bu denetim konusunda, tabii ki biz yıllardan beri bunun içerisindeyiz. Bu verdiğimiz eğitimde ve vasıflandırma işlemlerinde yakın zamana kadar bu denetim, Alman Tahribatsız Muayene Cemiyeti tarafından yapılmaktaydı. Onlarla bir anlaşmamız, bir kontratımız vardı ve bu hâlâ geçerli. Onlar, bizim yaptığımız bu eğitimin bahsettiğimiz kurallara uygun olup olmadığını denetliyorlardı ve vasıflandırma sınavlarının, yine bahsettiğimiz koşulları sağlayıp, sağlamadıklarını denetliyorlardı. Dolayısıyla, baştan beri bir denetim mekanizması, bizim kurduğumuz ve uygulamakta olduğumuz sistemde mevcut.
Bizim arzu ettiğimiz tabii ki, bu denetimin ulusal düzeyde ve ulusal organizasyonlar kanalıyla yapılması. Bu bakımdan ulusal sertifikalandırma merkezinin kurulması, hatta hepimizin arzu ettiği gibi bir vakfın kurulması, her şeyin bu vakıf bünyesi içerisinde ve hiç kimseyi dışlamadan, sadece -Serdar Beyin bahsettiği gibi- herkesin aynı kuralları uygulamasının denetlendiği bir ortamı yaratarak sağlanması; zannediyorum, hepimiz için iyi bir çözüm olacak diye düşünüyorum. Çok teşekkür ederim.
BAŞKAN- Ben, teşekkür ederim. Bütün konuşmalar belli bir noktaya doğru yönleniyor. Aklın yolu her zaman bir mi; bilmiyorum, bundan emin değilim; ama, belli bir yere doğru gidiyoruz. Türkiye’de bu alanda bir konsensüse ihtiyacımız var; gözüken o. Kurallara uyulmasını denetleyen bir mekanizma oluşması gerekiyor. Akreditasyon, belki bunu kısmen sağlayacak. Onun dışında gerçekten ilgili normların uygulanır, hayata geçirilir olması konusunda asıl olarak -bir konuşmacı arkadaşımız da belirtmişti- yasa, kanun, kural değil, bu konuya ikna olmuş olmak, bir konsensüs zemininde buluşmuş olmak gerekiyor.
Söz isteyen arkadaşlar var. Kısaca, çok uzatmamak üzere kendilerine ikişer dakika olmak üzere söz veriyorum. Buyurun.
Cemalettin KÜÇÜK- Bu olayların bu halde gelişmesiyle ilgili eleştirilerimi, belki sonraki toplantılarda yüz yüze yaparız; ama, şu anda bir konsensüs görünüyor. Bence, bunu bir takvime bağlarsanız ve bir kuruma da bu görevi verirseniz; mesela Metalürji Mühendisleri Odasına bu toparlama, insanları bir araya getirme görevi verirseniz, bu iş çözülür diye düşünüyorum.
BAŞKAN- Teşekkür ederim. Öyle bir yetkiye sahip değiliz; ama, burada görüşler ortaya çıkınca zaten ilgili kişilerin dirsek teması sürecektir. Ne olur; bir görmek lazım; çünkü, bu konu yıllardır gündemde olan bir konu. Umuyorum, bu defa daha olumlu bir noktaya gidecek. Buyurun.
Bir izleyici- Biz, kuruluş olarak biraz sanayi kuruluşlarının dışında bir kurumuz. Kendi iç yapımızda bazı çalışmalarımız var; çoğu arkadaş da neler yaptığımızı biliyor. Eğitimi de kendi kapsamımızda veriyoruz. Bunu okulda yapılır düşüncesiyle, okulda veriyoruz. Aslında bugün izleyici olarak Teknik Okullardan da iki arkadaşım gelecekti. Ben, konunun çok detayını bilmediğim için, hiç o konuyu açmayacağım; ancak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin de altyapı ve tesisat olarak çok fazla birikime sahip olduğunu, bundan da yararlanmanız gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda da kişisel olarak, biz elimizden gelen gayreti göstereceğimize inanmanızı istiyorum.
Bir de ASNTC, EN olayı var. Biz şimdi havacılık sektörü olarak ASNTC’ye bağlıyız. EN, diğer farklı bir kurum ve biz de dışarıdan bir sertifikalandırma ve eğitim sistemine, bir kontrol mekanizmasına sahip olmak isteriz; çünkü, İkmal Bakım Merkezi bizim bünyemizde olan bir kuruluş. ISO 9001-9002’ye sahip. Buna sahip olan bir kuruluşun, dışarıdan da kontrol edilmesi gerekir. Bu da ancak dediğiniz gibi bir kurulun oluşmasıyla ancak oluşabilir.
Ben, bu olayı Amerika’da da gördüm. Onlar da aynı şekilde sertifikalandırmada, ASNTC de öyle; yani, hâlâ sertifikalandırmaya gitmeye çalışıyorlar, hatta ultrasonikte ilk defa bunu başlatmak istiyorlardı. Benim geçen yıl katılmış olduğum bir toplantıda bunu dile getirdiler; oradan duydum. Aynı problemler orada da devam ediyor. Biz de Türkiye olarak madem başındayız, emekleme aşamasındayız, bir kurumun oluşmasında fayda var.
BAŞKAN- Biz teşekkür ederiz. Mahmut Kiper, buyurun.
Mahmut KİPER- İzin verirseniz, ben bir senaryo ortaya koymak istiyorum: TÜRKAK’ı kurduk ve biz, Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırma Merkezi için TÜRKAK’a başvurduk; ama, maalesef TÜRKAK, AAI kapsamında alınamadı, alınmadı. -Bu ciddi bir senaryo- Peki, o zaman biz ne yapacağız? Şunu açıklamak istiyorum: Serdar Bey, iki hususu sürekli vurguluyor, ben de onu vurgulayacağım. Serdar Bey, birincisi şunu diyor: Bu tür çalışmaların çok önemli bir özelliği var. Hep belirtiliyor, konsensüs çok önemli. Konsensüsün tam Türkçe karşılığını bilmiyorum; ama, şöyle yorumluyorum: Herkesin çıkarının gözetildiği bir ortam; çünkü, bu iş karşılıklı çıkar esasına dayanıyor.
İkincisi temsiliyet. Hiçbir kişi, kurum, kuruluş, kendini dışarıda bulmayacak, ayrımcılık yapılmayacak.
Üçüncü çok önemli bir gerek, tüm akreditasyon felsefesi için de bağımsızlık. Hiçbir kişi, kurum, kuruluş, o işte sadece kendini author olduğunu veya author body olduğunu öne süremez. Bu yapı içinde olur.
Dördüncü bir nokta da teknik gereklilik. Teknik gerekliliklerin neler olduğunu burada uzun boylu konuştunuz. Tahribatsız muayene için EN 473 ve En 45013 asgari koşulları belirtiyor. Peki, asgari koşullar bize yetmiyorsa ne yapacağız? O zaman, karşılıklı tanınma anlaşmalarıyla bu işi götüreceğiz. Biz, by pass’la akreditasyonu Almanya’dan almaya çalışıyoruz. İki defa başarısız olduk. Başarısızlık nedenlerimiz çok açık. Tarafımızdan biliniyor ve giderilmesi de çok zor. Onun için biraz önce Sayın Nezihi Bilge’ye o soruyu sordum. Büyük ihtimal biz, ultrason ikinci seviyede döküm sektöründe akreditasyona başvurmayacağız; çünkü, Türkiye’de biz üç senedir döküm parça bulamıyoruz. Tüm sanayiyi tanıyoruz, tüm ilişkilerimizi kullanıyoruz; ama, döküm parça bulamıyoruz. Biraz önce söylediğim üçlü matris yapısını doldurmak hiç kolay değil. Rasyonel düşünmek zorundayız.
1994’de vakıf çalışmaları başladı, yürütemedik; çünkü, Almanya’dan en önemli eksikliğimiz şu: Biz, yukarıdan aşağıya doğru götürmeye çalışıyoruz. Bunun maliyetini sanayi yeteri kadar ödemediyse, bu sistem oturmayacak. Onun için istediğimiz takvimi kullanalım, istediğimiz sistemi kuralım, bu iş esas sahibi olması gereken sanayi tarafından benimsenmediği sürece, biz bu sistemi kuramayacağız. Almanya’nın avantajı alttan üste doğru; yani, sanayi gereksinimleri zaten o baskıyı veriyordu ve bu sistem kendi kendine oluştu.
Sonuç olarak şöyle toparlamak istiyorum; tabii bu konuda hiçbir öneri getiremiyorum. Bunca sene bu işin içinde olmuş bir kişi olarak, bu iş zamanı gelmeden önce oluşamayacak; ama, tüm tarafları sadece şuna davet ediyorum: Konuşmamı Serdar Beyin vurguladığı bir noktayla bitireyim: Prestij çok önemli. Niye Alman sertifikası; çünkü, Alman sertifikası prestijli, uluslararası geçerliliği olan bir sertifika. Biz akredite olalım, ulusal belgelendirme sistemimizi kuralım; bu prestiji sağlamak için çok uzun süre mücadele etmek zorunda kalacağız. Karşılıklı tanınma anlaşmalarıyla bunu sağlamaya çalışacağız. Bu çok uzun soluklu bir çalışma, bunu kabul etmemiz lazım.
Bir de şu hatırlatmayı yapmak istiyorum: Biz, eğer şu konsensüste birleşiyorsak, kamu yararına, yani “public benefit” ve kâr amacı gütmeyen demiyorum, kâr edecek; ama, kârını gene bu amaç için kullanacak; yani, “not for profit” için rasyonel düşünmek zorundayız. Bu konsensüste samimi olarak buluşabilirsek, sanayi de bu işe hazır olduğu zaman, sistem kendini oluşturacak. Ne daha önce, ne daha sonra...
Yusuf Ziya KAYIR (Metalürji Mühendisleri Odası Başkanı)- Burada yaşanılan gelişme aslında doğal bir gelişme. Bu kurslar, eğitimler, Türkiye’nin başka yerlerinde de olması gerekecekti ve yapılacaktı. Bunu çok aykırı bir gelişme olarak düşünmemek de gerekmekte. Aynı şekilde Almanya’da veya diğer ülkelerde de birçok merkezde bu eğitimlerin verildiğini duyuyoruz.
En baştan tahribatsız muayene konusuna baktığımızda, ürünün güvenilir oluşunu sağlıyor. Bugün verilen eğitimlerin maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle, sadece büyük sanayinin, orta ölçekli sanayinin bir kısmı tarafından alındığını söyleyebiliriz. Bu maliyetleri biraz daha aşağı noktalara çektiğimizde, yetişen insanların orta ölçekli sanayide de tahribatsız muayene yöntemlerini kullanabileceğini düşünebiliriz. Bu da bu faaliyetlerin daha yaygınlaşması demek olacaktır. Siz, ürettiğiniz bir parçayı kontrol ettikten sonra, onu tahrip etmeden kullanıcısına vereceksiniz. Bu çok önemli bir noktadır. Parçanız garantilidir; ama, bu yöntemi kullanmadan verdiğiniz ürünlerin bazısı hatalı olacağı için, çok ciddi kazalara, sonuçlara neden olabilir.
Bu nedenle biz, zaten bu hizmetleri yaygınlaştırmak zorundaydık. Bu hizmetler, değişik merkezler tarafından verilmiş, bir rekabet ortamı yaratılmış; bu ortam da güzel. Bu rekabet ortamı, kalitenin artmasını sağlayacak. Belki de bu hizmetlerin daha yaygınlaşmasını sağlayacak bir ortam, doğal olarak oluşuyor. Bu gelişmeler iyi bir noktada; ama, bazı olumsuz durumlar da olacak. Alınan cihazların zamanı geldiğinde yenileriyle değiştirilmesi gerekecek. Bunlara yönelik tabii ki biz ilk sefer zorunlu olarak yatırımları yaptık; ama, bundan sonra biraz seçici yapmamız gerekecek. Bunlar zorunlu olarak tabii ki yapılması gereken çalışmalar. Burada bir iş bölümü yaparsak, bunların yüksek maliyetlerini kolay karşılama imkanı bulabiliriz; yani, bunun bir kısmı ODTÜ’de olabilir, İstanbul’da olabilir. Böylece Türkiye, birçok alandaki eğitimi yapabilir ve maliyeti aşağı çekmiş olabiliriz.
Son olarak söylemek istediğim bir nokta daha var: Tahribatsız Muayene Cemiyetini kurmak isteyenler, bize destek verirler. Tahribatsız Muayene Komisyonumuz ve Tahribatsız Muayene Personel Sertifikalandırma Merkezimiz, Odamızın gözbebeğidir, Odamızın temel taşlarından biridir. Biz onların gitmesini istemiyoruz; ama, biliyoruz ki onlar kişiliklerini kazanabilmeleri için kendi örgütlerini kurmalılar. Biz, onların kendi örgütlerini kurmaları konusunda gerekli faaliyetleri sürdürüyoruz. Kurmak isteyen varsa, bize destek versin; kurarız diyorum. Teşekkür ederim.
BAŞKAN- Çok teşekkür ederim. Sanıyorum, başka söz isteyen arkadaşımız yok. Paneli burada kapatacağım. Kapatmadan önce, belki şu noktanın altını çizmekte yarar var: Burada tartışmaya katılanlar, sorunları hem aynı noktalarda görüyorlar, -öyle anlaşılıyor- hem de çözümü aynı yerde görüyorlar. Belki bir tek Mahmut Bey’in sözünü ettiği; yani, olayın doğal dinamiklerinin olgunlaşması için bir sürece ihtiyacımız var. Bundan ötürü bugüne kadar geciktiyse bile; ben, bu konuda Mahmut Kiper kadar karamsar değilim. Kendileri epeyce karamsar bir tablo çizdi.
Umuyorum, bugün geldiğimiz olgunluk noktasında, ulaştığımız bu noktada; bu olayı Türkiye’de ortak bir “Türk Tahribatsız Muayene Vakfı” veya “Cemiyeti” ya da adına ne dersek, böyle bir noktada bağlayabiliriz. Böylece sorunlar büyük ölçüde kolaylaşmış olacak.
Katıldığınız için çok teşekkür ediyorum.